24 Kasım 2009 Salı

Dünya Dışı, Masal!



Yuri Gagarin, Gzhatsk yakınlarındaki Kluşino`da 9 Mart 1934 tarihinde dünyaya geldi. (Şimdiki Ukrayna'da olan bu kasabanın adı 1968`de Gagarin olarak değiştirildi). Annesi ve babası kolektif bir çiftlikte çalışıyordu. Yuri dört çocuktan üçüncüsüydü, özellikle ablası Yuri`yle yakından ilgilendi. Sovyetler Birliği`ndeki milyonlarca aile gibi Gagarin ailesi de II. Dünya Savaşı`ndan kötü biçimde etkilendi. İki abisi 1943`te Almanya`ya götürüldü ve savaş bitene kadar geri dönemediler. Hocaları Gagarin`i zeki ve çalışkan fakat biraz da yaramaz bir çocuk olarak tanımlardı. Matematik hocası savaş esnasında Kızıl Ordu Hava Kuvvetleri`nde uçmuştu, bunun da Gagarin üstünde büyük bir etki bıraktığı söylenir.

Bir dökümhanede çıraklığa başlayan Gagarin daha sonra Saratov`da bulunan yüksek teknik okuluna seçildi. Oradayken "Hava Kulübü"`ne girdi ve küçük uçaklarla uçmayı öğrendi. Bir hobi olarak başladığı bu iş zamanla hayatının önemli bir bölümünü kaplamaya başladı. 1955`de okulunu tamamladı ve bir pilot okulunda savaş uçağı eğitimi almaya başladı. Orada 1957 yılında evleneceği Valentina Goryacheva ile tanıştı. Eğitimden sonra hava şartlarının kötü olduğu Norveç sınırında bir bölgeye atandı.


Tarihin ilk yörünge uçuşunu gerçekleştiren Yuri Gagarin, bu görevin kendisine verilmesinden dolayı büyük bir mutluluk duymuştu. Hareketten az önce verdiği demeçte şunları söylüyordu: "Bildik bilmedik tüm sevgili dostlar, yurttaşlar, tüm ülkelerin ve kıtaların halkları! Birkaç dakikaya kadar güçlü bir uzay gemisi beni evrenin uzaklarına taşıyacak. Size hareketten önceki şu birkaç dakikada ne söyleyebilirim ki? Tüm yaşamım gözlerime tek bir güzellik anı gibi görünüyor. Şimdiye değin yaptığım, yaşadığım her şey, bu an için yapılmış ve yaşanmıştı. O denli uzun süre ve coşkuyla hazırlandığımız deneme saati bu kadar yaklaşmışken duygularımı tahlil etmenin benim için ne zor olduğunu anlıyorsunuzdur. Benden tarihin ilk uzay uçuşunu gerçekleştirmem istendiği anda duyduklarımı aktarabilmek zor. Sevinç miydi? Hayır, yalnızca sevinç değil. Gurur? Hayır yalnızca gurur da değil. Sonsuz bir mutluluk duydum. Uzaydaki ilk insan olmak, doğayla şimdiye değin hiç kimsenin yapmadığı şekilde ve tek başına yüzyüze gelmek daha fazlasını düşleyebilir miydim?... Uzay uçuşuna çıkmak üzere olduğum şu anda mutlu muyum? Tabii mutluyum. Gerçekten de insanoğlu her çağda ve her yerde büyük keşiflere katılmaktan büyük mutluluk duymuştur."


12 Nisan 1961 tarihinde Gagarin uzaya çıkan ilk insan oldu. Uzaygemisinin adı “Vostok 1” idi. Uluslararası medyaya göre Gagarin, uzayda "Burada Tanrı falan göremiyorum." demişti. Ancak uzay uçuşu sırasında dünya ile yaptığı konuşmaların yayımlanan metninde böyle bir cümle yer almaz. Gagarin daha yörüngedeyken rütbesi TASS'in birinci kumandanı Rusya'dan Simon olarak bilinen Maksat Babayev tarafından yükseltildi. Sovyet otoritelerine göre rütbe değişimin hemen yapılmasının sebebi Gagarin`in iniş sırasında ölebileceğini düşünmeleriydi. Ama bu gerçekleşmedi ve Gagarin dünyaya çok ünlü biri olarak döndü. Sovyetler Birliği Komünist Partisi`ni "bütün başarılarımızın düzenleyicisi" olarak övdü.


Rus uzay gemisi Voskhod II'de bulunan Alexei Leonov, yörünge uçuşlarından birinde Dünya'ya bakarken edindiği izlenimleri paylaşıyor: "...Voskhod II'nin dış kapağı açıldığında, uçsuz bucaksız kozmos, hiçbir sözcüğün betimleyemeyeceği güzelliğiyle önüme serildi. Dünya gözlerimin önünde süzülüyordu; düz gibi görünüyor, ancak kenarlarındaki kıvrım küre şeklinde olduğunu anımsatıyordu. Başlığımın göz kısmındaki kalın filtreye karşın bulutları, Karadeniz'in çırpıntılı yüzeyini, kıyıyı, Kafkas sıradağlarını, Novorossiyks körfezini görebiliyordum. Kapağı arkamdan hafifçe iterek uzay gemisinden ayrıldım. Uzay gemisi ve kaptanla aramdaki bağlantıyı sağlayan cankurtaran ipi yavaş yavaş geriliyordu. Gemiden ayrıldığım süredeki itim ona da hafif açısal bir momentum kazandırmıştı. Dünya üzerindeki uçuşunu sürdüren uzay gemisi güneş ışınları içinde parlıyordu. Işık-gölge zıtlığı yoktu, çünkü geminin güneşe bakmayan tarafı da dünyadan yansıyan ışınlarla aydınlanmaktaydı. Görkemli ormanlar, ırmaklar ve dağlar, ayaklarımın altında birbirini izliyordu. Kendimi büyük bir yükseltide uçan bir uçakta gibi hissediyordum. Ancak aradaki mesafe çok fazla olduğundan, kentleri birbirinden ayırmak olanaksızdı; sanki rengarenk, dev bir haritanın üzerinde uçuyor gibiydim."


18 Kasım 2009 Çarşamba

KAŞ'DAN MEİS'E...



Saat 06.00 kışın ortasında bir akdeniz kasabasında, kaş'ta sabahın ilk ışıkları doğuyor... Ne büyük şehrin trafiği, telaşı, koşuşturması, stresi ne de yazın sıcak ve kalabalık günlerinin izi yok. Limanda, sokaklarda, evlerde, hatta denizde yalnızlık ve sessizlik hakim.Kaş'ın en iyi arkadaşı ise meis. İki eski dostu akdeniz ayırıyor. Gümrük kapıları, diplomasi koridorları, it dalaşları...Kaş bir sahil kasabası..günün ilk hareketleri de limanda başlıyor. Erken satte balığa çıkanlar günün ilk ışıkları ile geri dönüyor.Zaman ağır geçiyor. Kimsenin acelesi yok. Herşey kışın sessizliğine uygun... Dakikalar sakin ve acele etmeden geçiyor.Kaş resmi rakamlara göre sekizbin nüfuslu, antalya iline bağlı bir akdeniz kasabası. Bundan otuz yıl önce yani turizmin kaş'ı keşfetmediği yıllarda, yolu, suyu, elektriği olmayan bir yermiş. Dünyaya açılan tek kapısı ise 20 dakika uzaklıktaki Yunanistan'a ait meis adasıymış. Aslında meis adası ya da yunanca adıyla kastelarizo tarihte okutulan oniki adadan sadece biri. Yunan adalarının türkiye'ye en yakın yunanistan'a ise en uzak olanı... Yıllarca rumların ve türklerin birarada yaşadığı bir yer. Kaş'a ulaşmayan yollar meis'in denizin ortasındaki yalnızlığı bu iki yakayı birbirine daha da yakınlaştırmış. Lozan görüşmeleri sırasında varılan mübadele anlaşması ve sonrasında yaşanan değiştokuş bile bunu değiştirememiş. Sadece meis'teki türkler kaş'a, kaş'taki rumlar da meis'e geçmiş. Arkalarında yüzyıllardır süren ve bugün hala anlatılan dostlukları, alışverişleri ve hayatları bırakarak. Doğma büyüme kaşlı eşref amca o günleri hala özlemle anıyor.Eşref amca: “biz çocukluğumuzda ilk zamanları bütün ihtiyacımızı hemen hemen herşeyi ordan alırdık. Gidiş geliş serbestti. Ordan pirinç alırdık, şeker alırdık makarna alırdık, ne ihtiyacımız varsa temin ederdik. Onlarda burdan odun, tavuk, yumurta götürür, mum götürürlerdi. Onları orda satarlar karşılığında yiyecek maddesi alırlardı. Herşeyimizi biz meisten getiriyorduk. Bir tane motor vardı iki tane kayık vardı. Kayıklarla motorla gidip geliyorduk. Orda öyle güzel mağazalar vardı ki grekdişan birmanlar, bütün mantoluklar kadife ince kadife ipek kadifeler jarzeler margazitler bak bunların isimleri çok önemli şimdi yok. İsmet inönü rahmetli olsun o meisi alacakmış ama bir hata olmuş ne olduysa bilmiyorum çok bize münasip değilmiydi.” Meis yolların ulaşmadığı kaş için uzun süre hayat damarı olmuş. Derde düşen eşref amcanın da dermanı olmuş. Eşref amca :“ben kulaklarımdan rahatsız olmuştum. Sağır olmuştum. Bir hafta kaldım meiste. Ordaki doktorlar tedavi etti beni.” Tüm yokluklara rağmen kaş'ın eski toprakları o zamanlar bugünden çok daha güzeldi. En önemli olay da haftada bir istanbul'dan çıkıp iskenderun'a giden geminin gelişiydi.Eşref amca: “çok dertliyim bu kadar bizim denizlerimiz varken vapurlarımız haftada bir kere geliyordu. Sonra bazen 15 e çıkarılır 15 günde erzak indiriyorlardı erzak bindiriyorlardı yolcu getiriyorlardı yolcu götürüyorlardı. Ama fevkalade güzeldi.”81 yaşındaki zekiye teyze'de eşref amca gibi doğma büyüme kaş'lı. Kaşta Eski günleri hatırlayanlar birer birer azalıyor. Kaş da eski kaş değil. Yazın kalabalıktan geçilmeyen kaş'ın en eski caddesi uzun çarşı'da yürürken zekiye teyze biraz sitemkar biraz özlemle eski zamanları anlatıyor. “size anlatacak şeyim çok da çok dertliyim zaten de çok üzgünüm buranın yerlisi olduğum için, ağladım ben bu sokağa. Neden biliyormusun baştan aşağı büyük taşlar vardı , aşağı kadar seke seke iniyorduk etrafında. Yuvarlak buz gibi kaliteli beyaz taşlar kenarlarında şöyle iki parmak toprak, her gelen belediye reisi yıktı burayı.Kaş'ta bozulan, değişen tek şey yollar, binalar değil. Zekiye teyze eski kaş'ı anlatırken birden çocukluğunda oyunlar oynadığı kiliseyi hatırlıyor. Daha doğrusu eski kiliseyi. Zira kilise artık cami olmuş.“ah orası o kadar güzeldi ki. O cami o kadar güzeldi. O caminin kubbesi var iç kısmında, yani kilisenin kubbesiydi. Benim çocukluğumda, hastaneydi orası o kubbenin içine girdiğinde yuvarlak kubbenin üst kısmında isanın resimleri vardı, kendilerine göre işaretler yani. Tam ortada isa vardı ve yanında arkadaşları vardı. Camiden girdiğinde şöyle sağ tarafta duvarda gene isanın resimleri vardı. Ama bu oyma taş resimlerde gene isa böyle merdivenin altına saklanmış çarmığa germişler birçok anlamlı resimleri vardı. Burayı cami yaptılarda resimlere ne oldu bilmiyorum. 5,10 sene geçti üstünden.” Zekiye teyze'yle yıllardır görmediği eski kilise yeni camiye gidiyoruz.bir zamanlar kaş'ın dışında yer alan bu kilisenin etrafını kaş sarmış. Ve cami de her geçen yıl eklenen binalar sayesinde neredeyse merkezde kalmış. “biz de çocukluğumuzda buralarda oynamaya gelirdik sadece burası vardı hiçbir ev yoktu. “Eskinin kilisesi bugünkü caminin içine girince zekiye teyze yine çocukluk günlerine dönüyor. Silinen dini tasvirleri, sökülen sütunları anlatıyor.“burda kubbe gibi tam ortada tenekemiydi bilmiyorum ama üzerinde isanınnı resimleri olan bir bölüm vardı. Kenarında da arkadaşları duruyordu. Musamere yaparlardı burda. İçerde odalar da vardı, mermerden sütünlar vardı. Mermerden sutünları bir başkaydı hep onlar yıkılmış.”Artık rehberimiz 81 yaşındaki zekiye teyze. O mu bizi gezdiriyor , biz mi onu tam olarak anlaşılamasa da böyle bir yol arakadaşının kolay kolay da bulunmayacağı kesin. Ertesi gün zekiye teyzeyle 65 yıldır gitmediği meis'e gitmeye karar veriyoruz. Mesafe kısa ama işlemler uzun. Sabah 9'da çıkmayı planladığımız yolculuk gerekli işlemler haftasonuna denk geldiği için geçikiyor. 20 dakikalık kaş-meis yolculuğuna tam iki buçuk saat süren bürokratik işlemlerden sonra çıkıyoruz. Zekiye teyze beklemekten biraz yorulmuş ama yine de heyecanlı. Bir yandan 65 yıldır görmediği hatıralarındaki meis'i anlatıyor. Bir yandan ne kadar değiştiğini merak ediyor. “55-60 sene sonra meise gidiyorum çok mutluyum, o zamanlar hevesliydim, sık sık gider gelirdik oraya. Güzel elbiseler dikinir gelirdik ondan sonra hep ordan alışveriş ederdik. Bizim kaş’ta bakkal dükkanı dahi yoktu.yeni daha tam yerleşmemişti. Bütün erzaklarımzı yiyeceklerimizi, giyeceklerimizi meisten getiriyorduk herşeyler vardı orda. Hele kolanyası o kadar güzel kolanyası vardı ki bakalım gidelim görelim oraları da ne olmuş. 2. Cihan harbinden sonra neler oldu neler… karşıdan gördüğümüz kadarıyla yandı ama içi ne oldu kimbilir. Uçaklar aniden geliyor bombalarını atıp hemen gidiyorlardı. Hem de bizim o tarafa kaçıyorlardı. Bizim o tarafa falan bir bomba bile düştü.”Yola yeni çıkmamıza rağmen kısa bir sürede yunan karasularına giriyoruz.sadece 7 mil olan mesafenin tam ortasında teknede yunan bayrağı çekiliyor. Kaptan türk kara suları ile yunan kara sularını birbirinden nasıl ayırd ettiklerini anlatıyor.“karşıda küçük serpilmiş adalar var. En küçük ada artık sınır olmuş.yunan sınırıda öyle biliyoruz. Evet şu anda gelmiş oluyoruz yunan sularına.Meis'e iner inmez zekiye teyze hayretini gizleyemiyor. Adanın bomboş hali onun anılarıyla hiç örtüşmüyor.“burası cıvıl cıvl dopdoluydu. Şimdi yaşlılar kalmış burda. Allahım çocukluğumdan kimseler kalmamış.”Meis ayrı bir dünya. Kaş'ın tersine güzelliklerini korumuş, saklamış, yaralarını sarmış bir ada...Ama kış'ın meis en az eski dostu kaş kadar yalnız. Evlerin camları kapalı. Adanın aynı zamanda merkezi olan kıyıdaki yolda birkaç kişi, açık olan kahvelerin önünde oturuyor. Ancak yine de karşılaştığımız kişiler zekiye teyze'ye çok sıcak davranıyorlar.“-anane hoşgeldin-hoşbulduk hemde güzel türkçe biliyor-ne pan iyi mi?-iyi sizler naparsınız -iyi çok iyi bak- eski, meis ne kadar güzeldi ne kadar birbirimiz seviyordukEn sıcak karşılaşma ise 77 yaşındaki nikola amcayla oluyor. Kaş'ın zekiye teyzesi varsa meis'in de sarı nikola amcası var. Nikola amca kırık türkçesiyle zekiye teyzeyle eski günleri yad etmeye başlıyor. Onlar yarenlik ederken bizim yine yerine getirmemiz gereken bürokratik işlemler var bu yüzden mikrofonu teknenin kaptanı kamil kaptana emanet ediyoruz o da bu işten gayet memnun gözüküyor...“ -biz ne bekliyon böyle-çok güzel bak, hep eski şeyler duruyor böyle-eski zamanda 12 bin, 12 bin insan oturuyor meiste-öyle mi bak bizim-12 bin çalışıyor türkiye. Bizim kayıkçı geliyor türkiye alıyor odun alıyor kömür soba getiriyor erzakti, arabi,şeker pirinç getiriyor.”Meis adasının bugünkü sakinlerinin yaş ortalaması 60 civarında. Meis yazları tatile gelenlere dolup taşsa da şimdi kıştan payına düşen günleri yaşıyor. Daracık sokakları bomboş. Limandaki birkaç balıkçı teknesi dışında denizde hiçbir hareket yok. Ada sakinlerinin en çok sahip olduğu şey zaman. Bu zamanı da kıyıdaki açık olan birkaç lokantanın bir masasından öbürüne geçerek değerlendiriyorlar. Kış en az kaş'ta olduğu kadar meis'de de mutlu geçiyor...Meislilerin de dünyaya açılan kapıları kaş. Bu nedenle her hafta cuma günleri hertürlü ihtiyaçlarını karşılamak için alışverişe kaş'taki pazara gidiyorlar. Türk olduğumuzu söylediğimizde belirttikleri tek şey onların karşı kıyı ile dostluklarının son altı aya değil yıllara dayandığı.Adam: bizim dostluğumuz politikaclıardan önce zaten vardı. Benim kaş'ta birçok dostum var. Gelirler lokantamda yemek yerler beni meis'e gelince bulurlar. Biz birbirimize zaten çok yakınız.Tüm bu yakın karşılamalardan ve konuşmalardan sonra sıra dönüşe geliyor. Zekiye teyze heyecanlı bir günün ardından biraz yorgun düşüyor. Tekneye biniliyor. Sanki tekrar görüşülecekmiş gibi veda ediliyor.

11 Kasım 2009 Çarşamba

LODOS ve COĞRAFYA



Soğuk ve karanlık bir İstanbul gecesi ve bir klasik, tutmayan uyku, soğumuş ve çürümüş bedenlerde bir karamsarlık hakim. Neyin karamsarlığı? Bağlanılan umutlar bile artık içi boşaltılmış pop kültürünün bize dayattıkları. Ne demekse içi boşaltılmış pop kültürü?
Aslında sahte bir canlılık ve cümbüş hakim bu pop kültürüne. Gidilen cafeler ve oluşturulan gruplar sahte bakışlar ve cilvelenmeler,bir kadının ılık nefesi bile artık ne kadar çarkın dönmesinde rol alıyorsan o derece ılıklaşıyor. Ya çark seni reddettiyse ya tutamadıysan sende çarkın bir ucundan, ezdiyse seni küçük kuyudaki yılan. İşte o zaman yandın dostum! Bir hiçtir aslında seni arkadan sokan, hele bide yalnızsan. Yoktur artık değerin! Seni gereğinden fazla beklemiş görür zaman ve mekan. Sığmazsın içine ve boşalırsın, artık hayattaki en büyük zevki krem olan penissindir.
Kör bir kuyuda, istemediğin kadar su bile varken susamamışsındır. Şöyle bir bakınayım dersin etrafına varlığınla yokluğun senin gibi adi adamların emrindedir. Bir avuç insan sinmişsindir içine, pes etmişsindir. Bırakmışsındır vapurun peşini, koşmazsın simidin peşinde ve acı olan hala muhtaçsındır simide! Kaçırmışsındır yolları, bir çift gözün sana dikilmesini beklersin, bir çift şevkatli elin hatta on parmağın gözükmeyen yaraları sarmasını istersin. Uyuşmuştur beynin çalışamaz olmuştur artık, bundan şikayet edemez kadar uyuşmuşsundur. Anlık bir hareketle uyanmak istersin,"yeter artık!" diye haykırasın gelir, haykırırsın da. Ama ufacık bir lodos tıkar sesini boğazına! Tutarsın kaşkolunu ve sığınırsın tekrar cam fanusuna. Nice tutunamayanlar bakar sana. O ıssız rüzgarı dindiremediğin yağmurunda, onlarda başlar ağlamaya bir şimşek çaktırıp yağmur yağdırmak istersin, rüzgara meydan okurcasına. Ama o kahpe rüzgar, ojeli tırnaklarıyla parçalamıştır bulutlarını. O tatlı, o masum, o umut dolu, hayat dolu bulutlarını. Son bir nefes daha çekersin sigarandan; hayır hayır, izmaritten! Çünkü alışmışsındır sigaranın son fırtını çekmeye. En kaliteli tütünü bile içsen o izmaritin acısı gelir kupkuru dudaklarına. Düşünürsün bulutlarını, olmamıştır aslında ne masumdur ne de umut doludur. Nefrettir, hepsi içten gelen kanayan midenin, akan midenin sıvısıdır, gözyaşlarıyla bezenmiştir. Hınca hınç grev yapan milyonların hıncı olmuşsundur. Ama asla haykıramamışsındır bunu rüzgara. Acıyıp kendine ve bulutlarına, balmumuyla kaplamışsındır onları. Balmumunsa umuttur, masumiyetindir senin. Sahte maskelere karşı tek silahındır, duygusallığındır. Onlara çok değer vermişsindir tüm yaşamın boyunca. Evirip, çevirip milyonlarca hatta milyarlarca kez anlatmışsındır insanlara, belki anlarlar umuduyla hep bir daha, hep bir daha denemişsindir.Devamlı konuşmuşsundur insanlarla, mevsimlerden bahsetmişsindir, aşktan bahsetmişsindir ve kendinden bahsetmişsindir. Zekisindir de, etkilemişsindir onları anlık süreçlerde, tatmin etmişsindir kendini, fakat o adi lodos esmiştir gene! Yosunlarla ve plastik atıklarla doldurmuştur denizini, hasretsindir poyraza!
Kimbilir kaçıncı kez okuduğun o en önemli başucu kitabın vardır yanında ve birde asla kendini anlatmadığın birkaç senin gibi güzel insan. Evet asla bir sürüngen değilsindir, içinde umut beslemişsindir insanlara. Sahte inançlara inanmayı öyle tezlerle ispatlamışsındır ki kendine; inanırsın bile buna. Mutlusundur aslında, ama o lanet olası bazı şeylerin farkında olmanın bedeli, çok büyük bir depresyondur, cezandır senin. İlk,büyümeye başladığın yılları hatırlarsın. Ne çok şeyler bulmuşsundur kitaplarda ve şu an senin hissettiklerini yaşayan insanlarda. Hayat hiçbir zaman hak değildir sana, hep bir zorunluluk olmuştur tüm kısır döngün boyunca ve gitgide sonuna gelmektesindir dipsiz kuyunun. Ah,bir ulaşabilsen o dipsiz kuyuya! Bir süreçtir bu dipsiz kuyuya varmada, öyle çok kaybetmişsindir ki; bununda farkındasındır, bir varsan sanki tekrar dirileceksindir. Çünkü çekmişsindir tüm acıları. Büyük bir huzur kaplayacaktır içini, damarlarında devamlı algının tüm kapılarını ayağına seren tonlarca uyuşturucu dolaşacaktır sonsuza değin. Ah bir varabilsen kuyuya. Kuyunun o kadar ustası olmuşsundur ki, çok değerlidir oraya varmak senin için, Buddha gibi bir bedeldir bu. Bu yolu seçmişsindir ve çok ilerlemişsindir. Dediğin gibi zekisindirde ölümün de çare olmayacağını bilirsin ve o son çareye ulaştığında öğreneceksin o lanet lodosun zayıf noktasını ve tek kurşunda söndüreceksindir cakasını!"DAN DAN DAN", kalmayacaksındır tek kurşununla, vuracaksındır devamlı.Vurdukça LODOS olacaksındır! Vurdukça daha da bir kuvvetleneceksindir. Artık iki yol kalmıştır sonunda; ya kabulleneceksin lodos olmayı ya da bunca yıllık kaybetmişliğin edasıyla atılacaksındır yeni bir rüzgara, MUSON'un karşısına...

Alper ALMALI

2 Kasım 2009 Pazartesi

İnsanlar İçin Güneş Vardır Aslında


Dünya yaşamı sonsuz güzelliklerle doludur. mutlu olmak, iyi bir yaşam sürmek hiç de zor değildir... en azından o kadar da uzak değildir. ama insan kapılır... hırsına kapılır, kazdıkça kazar, neyin peşinde koştuğunu bilmez, ama koşar, zamanın onun için nasıl hızla geçtiğini, ömrünü aptalca şeylerle tüketmekte olduğunu, ölümüne doğru koştuğunu farkedemez.insanlar için güneş vardır, ve işte ay, her ne kadar güneşin yanında küçücük kalsa da, önüne geçip ışığını kesmeye, dünyanın sonsuz güzelliklerine gölge düşürmeye başlamıştır...ve insan kapılır... para peşinde, şöhret peşinde, kimlik peşinde tüketir kendini. kendisiyle birlikte diğerlerini de bu yarışa sürükler, kendi rahatsızlığını başkalarının rahatsızlığıyla besler, susuzluğunu gidermek için tuzlu su içer...küçücük ay, güneşin o kudretli ışıklarının önüne geçmiş, kapamıştır. insanlar için dünya karanlıktır artık, güneşin yerine ayın karanlık yüzü vardır; güneş sadece arkadan göz kırpmaktadır, kendisine inananlar ve kendisi için savaşanlar için...Dark Side Of The Moon tüm bunlara ve çok çok daha fazlasına dair, bir edebiyat yapıtı, bir sinema filmi, bir opera, bir tiyatro oyunu, bir müzik albümü, bir sanat eseridir.



ilk kez dinleyen ve ayrımına varan kişinin; öncesinde ve sonrasında dinlediği tüm albümleri tekrar gözden geçirmesine yol açan, büyük ölçüde değersizleştiren şaheser. o kadar gaddar bir albümdür ki, beyne bir kere yerleşti mi çıkmaz. her dinlediğiniz şarkıda, albümde sizi karşılaştırma yapmaya zorlar. yanında diğerleri ile bulutların arasındaki zirvedeki tahtında oturup diğer gruplara, albümlere küçümseyerek bakan bir varlık gibidir adeta, " bu ne?" der size, "bunu mu dinliyorsun?". yeter artık başka gruplar, başka albümler de dinlemek istiyorum denir, başarılır da. sonra gün gelir bu 4 adam tekrar toplanır , çıkıp sadece 20 küsür dakika çalarlar. sigarayı bırakmış bir insanı tekrar sigaraya başlatan tek sigara gibi yeterlidir bu 20 dakika, paket gerekmez. herşey baştan başlar, Ayın Karanlık Yüzü sizi bekler.


30 Eylül 2009 Çarşamba

Berlinli Bir "Zaman Dostu"nu Hatırlamak...

Berlin’in, Almanya’nın ve hatta öfke kutuplarında dolaşan, umutsuz iklimlerde sağ ve salim kalabilmiş büyük insanlığın; yirminci yüzyıl hastalığından muzdarip, onun kiri ve ardıllığıyla lanetlenmiş ‘şimdiki zaman” çocuklarının kader çizgisidir Friedrichstrasse. Kreuzberg’den Mitte bölgesine kadar uzanan ana cadde Soğuk Savaş’ın en hararetli günlerini yaşamış ve 1989’da Berliner Mauer kırk yıllık bir hıncın indirdiği darbelerle yerle bir olana kadar da Doğu-Batı krallıklarının salhanesi olmaya devam etmiştir. Seksenlerin bezgin ve tüketilmiş Avrupa gençliği “No more wars, no more walls. A united world.” diye bağırırken, onların yeni düzen şarkılarını tüm dünya buradan duymuştur. Şimdilerde U6 hattını takip edip Friedrichstrasse’nin herhangi bir noktasından yeryüzüne çıkmak; ardından da Amerikalıların deyimiyle ‘Berlin’in Beşinci Caddesi’nde uzun soluklu bir yürüyüş yapmak eskiye nazaran çok daha heyecansız. Yakın geçmişe kadar yalnızca Checkpoint Charlie-Amerikan Kontrol Noktası’na kadar sokulabilen kapitalizm bugün, Doğu Berlin’in ünlü şehir merkezi Mitte dahil olmak üzere; şehrin her köşesinde, doyurulup büyütüleceği bir vitrine yahut da ofis katına kavuşmuş durumda. Avrupa küresinin merkez yokuşlarında bir aşağı, bir yukarı hareket edip duran Berlinliler de, yirmi yıl öncesinin bölünmüşlüğünü ve korkutulmuşluğunu çoktan unutmuşa benziyor. Kapalı otoparkların ve sıcak su boru hatlarının üstünde, çok katlı iş merkezlerinde-alçıplak duvarların arasında- zaman tüketen yetişkinler kapitalin bir ucundan tutma kaygısı içindeler. Starbucks’ın, Schlicht’in, Bandy Brooks’un geniş pencereleri ve gün boyu açık olan otomatik kapılarının ötesindeyse, komünizm kelimesini okul kitaplarında tanıyan, olgunlaşma dönemini on bir eylül sonrası Amerikan dizilerinde tamamlayan bir gençlik yetişiyor. Ana caddenin son on beş yıldır restore edilmekte olan eski yapıları – yani kimi zaman umut verecek kadar kesintisizce uzanan öykü anlatıcıları- dertli, bir parça da kırgın bugünün Berlinlisine. İngiliz Lancesterlarının bombalarıyla yok olan eski komşuları arada bir hatırlarına gelmese, ‘yeninin gölgesinde tamamen yok olup gideceğiz’ fikrine kapılacak hepsi. Uzaklardan, bir müttefik bombasının yaraladığı boynunu uzatan Kaiser Wilhelm Kilisesi şehrin değişen ve dönüşen gücüne kafa tutuyor bir parça; dudaklarını bir an göğe değdiriyor; diğerlerine cesaret veriyor. Schiller’in dizelerine atıfta bulunuyor ve bağırıyor “Kucaklaşın, siz milyonlar! Bu öpücük tüm dünya için...” diye. Daha ileriye- mesela Spree Nehri’nin karşı kıyısına- yürümek ve eskinin ruhunu kovalamak istiyor insan. Metroyu kullanmaya gerek yok; kuzeye doğru birkaç durak kat ettikten sonra Riverside Oteli civarından demiryolu köprüsüne doğru kıvrılmak ılık bir günde yalnızca yarım saat sürüyor. Çok değil, yüz metre sonra, bir başka zaman tutkunu dost beliriveriyor. Berliner Ensemble, kocamışlığının ağırlığıyla, ayakta kalmışlığının delikanlıca sevinciyle kendine yakışır bir karşılama tertipliyor. O da eski dostlarını anıyor hep ve geçmiş yüzyıl hikâyelerini ısıtıyor içinde. İngiliz bombalarıyla değil ama; sürgün ve zorluklarla geçen ömrünün yüküyle ezilen Brecht’in doğum ve ölüm evidir bu bina. Kulak kabartıp, Cesaret Ana’nın duygu dolu sesini, ‘savaş orospusu’ Yvette’nin türkülerini, köpek satıcısı Şvayk’ın Hitler’le tarihi karşılaşmasının ayrıntılarını dinlemek; puro içen adamla olan randevunuzda sağlam bir gestus edinmek lazım gelir içeri girmeden önce. Anlatıcı içeride bekliyordur sizi mutlaka-ki onu, on beşinci sıradaki herhangi bir koltukta, yuvarlak gözlük camlarını parlatırken bulmak kuvvetle muhtemeldir. Duvarların, oturma sıralarının, ışık düzeneklerinin, tarihi Theater am Schiffbauerdam binasının ve de tüm şehrin dilidir o Berlinli. Hiç susmamış ve ölmemiş olan…


*** “...bazıları müttefik uçaklarını başlarının üstünde gördüklerinde gözyaşlarına boğuluyorlardı; halbuki daha birkaç sene öncesine kadar o uçaklar ‘çıplak terör’dü onlar için.” –Collier’den
Richard Collier’in Gökyüzünde Uzanan Köprü isimli kitabında 1948-49 yıllarında yaşanan ünlü Berlin Ablukası anlatılır ve müttefik uçaklarının Batı Berlin’e günde yüzlerce parti ihtiyaç maddesi, erzak aktardığı ‘Berlin Airlift’ dönemi olayları işlenir. Savaş sırasında Berlin halkının yok edilmesi için cephane taşıyan C-47’ler, abluka zamanında hayat dağıtırlar şehre. Soğuk Savaş kelimesinin anlam kazandığı zamanlardır.

28 Eylül 2009 Pazartesi

Berlin Duvarı


1961 yılında Berlin Duvarı'nın yerine önce sadece basit bir tel örgü çekildi. Daha sonra bu örgünün yerine adı kapitalist batıda "Utanç duvarı" olarak da bilinen Berlin Duvarı inşa edildi ve bu tel örgü duvarın üstünde yeniden yeraldı. Doğu ve Bati Berlin'in arasındaki bu duvar, aslında biri 3,5 digeri 4,5 metrelik iki çelik parçadan oluşuyordu. Doğu tarafına bakan duvar kaçmaya yeltenecek insanların kolay görünmesi için beyaza boyanmıştı. Buna karşılık Batı Almanya'ya bakan taraf ise grafitti ve çizimlerle doluydu. Doğu kısmında duvar boyunca yerde çelik kapanlar ve mayın tarlaları bulunuyordu, 186 yüksek gözetleme kulesi ve yüzlerce lamba konmuştu. Doğu tarafında motorsikletli ve yaya polisler ve köpekler de kontrol halindeydi. Duvar boyunca 25 karayolu, demiryolu ve suyolu sınır kapısı yeralıyordu. Tüm bu kontrol ve gözetlemelere rağmen, yaklaşık 5 bin kişi tüneller, evde yaptıkları balonlar ve bunun gibi yollarla, Dogu'dan Batı'ya kaçmayı başardı.



Duvarla birlikte Doğu'dan Batı'ya kaçışlarda en büyük dramlardan biri de Bernauer Strasse'de yaşandı. Nitekim bu sokaktaki evler Doğu'da yeralmalarına rağmen ön cepheleri Batı'daydı. İlk başlarda pencerelerden yaralanmayı ve sakatlanmayı göze alan kaçışlar oldu, sonraları bunu önlemek için evlerin pencereleri tuğlalandı. Kısa bir süre sonra ise bu evler tamamen yıkılarak yerlerine duvar örüldü. Doğu'dan Batı'ya kaçmak isterken yaşamını yitiren ilk kişi olarak bilinen Ida Siekmann, 22 Auğustos 1961'de işte burada can vermişti. Günümüzde eski Berlin duvarının bu bölgesinde duvarın bazı kalıntıları ve konuyla ilgili bir müze bulunmaktadır.


24 Ağustos 1961'de ise ilk kez silah gücüyle, 24 yaşındaki Günter Litfin'in Spree nehri üzerinden kaçışı ölümcül olarak engellendi. Sınır nöbetçilerin mermileriyle yaşamını yitiren son kişi ise, duvarın yıkılmasından 9 ay kadar önce 6 Şubat 1989'te kaçmaya çalışan Chris Gueffroy oldu. Berlin duvarını aşmak isterken can verenlerin sayısı hala kesin olarak bilinmemekle birlikte, en az 86 en fazla ise 238 olduğu tahmin edilmektedir. Duvar boyunca, burada yaşamını yitirenleri anımsatan pek çok küçük anıta rastlamak mümkündür.



YIKILIŞI
1989 yılı başlarında Alman Demokratik Cumhuriyeti Hükümeti, isteyen Doğu Almanya vatandaşlarının Sovyetler Birliği dahilindeki diğer Doğu Bloğu ülkelerine geçiş yapabilmesine izin verdi. Bu iznin çıkmasıyla beraber binlerce Doğu Alman vatandaşı Polonya, Çekoslavakya, Macaristan, Yugoslavya gibi ülkelerin başkentlerine akın etti ve buralarda bulunan Amerikan, İngiliz, Fransız büyükelçiliklerine sığındı. Daha sonra da bu sığınmacılar özel trenlerle Doğu Bloğu dışındaki ülkelere kaçmaya başladılar. Kaçışın bu kadar yoğun olduğu bir durumda Dogu Almanya Hükümeti duruma bir çözüm bulmak için toplandı. Burada yaşayan insanlar artık bu şekilde zaten Doğu Almanya'dan çıkabildiklerine göre duvarın bir anlamı kalmamıştı.

Doğu Alman hükümeti, duvarın kaldırılmasına onay vermişti. 9 Kasım 1989'da bu kararı halka açıklamak üzere bir basın toplantısı düzenlendi. Karar açıklandığı andan itibaren duvarın iki tarafında yüz binlerce insan birikmeye başladı. Gece yarısına doğru hükümet ilk olarak Brandenburg Kapısı'ndan başlayarak barikatları ve geçiş önlemlerini kaldırdı. Her iki Almanya tarafından yaklaşan insanlar duvarın üzerinde buluştular. İnsan seli bir saat içinde yüz binlere ulaştı. Duvarın yıkımına resmi olarak 13 Haziran 1990'da, daha önce de burada adı geçen Bernauer Straße'de 300 Doğu Alman sınır askeri tarafından başlandı. Alman Demokratik Cumhuriyeti de duvarın yıkımından sonra çok fazla dayanamamış, 13 Ekim 1990´da resmen sona ermiştir. Duvarın şehrin içinden geçen kısmı aynı yılın Kasım ayına kadar neredeyse tamamen ortadan kaldırıldı. Nitekim Berlinliler onlarca yıl bölünmüşlüğün yara izlerini bir an önce bertaraf etmek istiyordu.

Duvar yıkıldıktan bir süre sonra yapılan ankette halkın bir kısmının duvar yıkılmadan önce daha memnun olduğu görülmüştür. Bunun başlıca sebeplerinden birisi, Doğu tarafında insanların eğitim, sağlık gibi hizmetleri parasız alıyor olması ve sosyalizmin nispeten eşit koşullar sağlıyor olmasıydı. Duvarın yıkılmasıyla beraber bu tarz hizmetlerin eksikliği duyulmaya başlandı, Batı Almanya'nın kapitalist sistemine ve rekabet ortamına uyum güçlükleri yaşandı. Batı tarafındakiler ise Doğu'nun yapılandırılmasına yönelik ek vergilerden rahatsızlık duymaktaydılar. İki Almanya'nın birleşmesinden sonra Batı Almanya'dan ve uluslararası sermaye çevrelerinden Doğu'ya sermaye akışı gerçekleşti. Emeğin daha ucuz olduğu bu bölgelerde ücretler hala Almanya'nın batı bölgelerine göre daha düşük seyretmektedir. Halen, Almanya'nın en yüksek işsizlik oranları Doğu şehirlerindedir. Sosyalizm döneminde işsizlik gibi bir soruna sahip olmayan Doğu Almanya vatandaşları, duvarın yıkılmasıyla birlikte kapitalist ekonominin farklı koşullarıyla karşı karşıya kaldı.

25 Eylül 2009 Cuma

Batı Berlin


Batı berlin almanya'nın ayrı olduğu sürece üç garantör ülkenin (ingiltere, fransa, abd) askeri kontrolü altında, şehir devlet benzeri özel bir statüyle yönetilmiş ve sadece de facto olarak batı almanya'ya bağlı kalmış bir şehirdir. batı berlin belediye başkanının bir devlet başkanına yaklaşan yetkileri mevcut olmuştur. almanya toprağının tümünü temsil ettiği konusunda hak iddia eden ve bunu anayasalarına koymuş iki devletin arasında batı berline layık görülmüş bu üç devletin kontrol bölgesine ayrılmış yarı bağımsız şehir statüsü soğuk savaşın ısınmasını önleyen faktörlerden olmuştur. konuyla ilgili ikonlar olarak batı berlin batı alman parlamentosunda temsil edilmemekteydi, şehir meclisi batı alman yasama organının aktivitelerini tek taraflı olarak kabul etmekteydi. Doğu almanya ve büyük ağabeyi sovyet rusya, çeşitli zamanlarda batı berlini ilhak için hazırlıklar yapmış, başka bir zamanda şehri ablukaya almış ve Berlin Bunalımı'na sebep olmuştur. bu diken üstünde yaşam yüzünden berlin'de yaşayan halk ve burada ikamet eden endüstri ise doğu berlin'deki gibi etraflarına duvar çekmektense (bkz: berlin duvarı), batı almanya ve diğer garantör ülkeler tarafından oldukça yüksek miktarda mali sübvansiyonlara tabi tutularak (özel maaş, vergi azaltımı vesaire) şehri terketmelerinin önüne geçilmiştir. birleşmeden sonra ise endüstri bu subvansiyonların bitişiyle hızlıca şehri terketmiştir. günümüzde berlinin iflasına yol açanın da bu mali sübvansiyondan normal duruma geçişte yaşanmış aksaklıklar olduğu söylenir.

soğuk savaş dönemi'nde kapitalist batı için okyanusların ötesinde bulunan bir ada. bu ada öylesine değerli görülmüştür ki abd başkanları görevde bulundakları dönemlerde mutlaka buraya resmi ziyaretlerde bulunmuşlar ve sovyetlere karşı en ciddi meydan okumalarını burada yapmışlardır (bkz: ich bin ein berliner). bu şehir batı almanya'ya hayli uzak bir noktada olmasından ve haliylen batıyla olan bağını sağlayan tüm yollar da batı almanya'nın hiç bir zaman resmen tanımadığı doğu almanya üzerinde olduğundan en ciddi sorun ulaşımdı. abd ve sscb arasındaki anlaşmalar gereği ulaşım 3 karayolu, 3 demiryolu ve 3 hava koridoru ile sağlanmaktaydı. ulaşım için ayrılmış karayolları üzerinde seyahat eden bir otomobil olurda arızalanırsa o yolların çevrelerinde kuş uçurtmayan doğu alman askerleri gelip tutanak tutup izinler çıkarana değin otomobil sürücüsü arabadan inip yere ayak basamazdı. demirollarında ise buna benzer bir uygulama mevcuttu. trenler hedefe doğru hiç durmadan hareket eder, ikinci dünya savaşı öncesi inşaa edilmiş istasyonlar da haliylen hiç kullanmadığından otlar bürümüş vaziyette yıllarca beklerlerdi.


ekşisözlük

Berlin Ablukası, 1948-1949

1948-1949'da Sovyetler Birliği’nin, Batılı işgal devletlerini Batı Berlin’deki egemenlik haklarından vazgeçmeye zorlama girişiminin yol açtığı uluslararası bunalım. Mart 1948'de İngiltere,Fransa ve A.B.D.’nin Almanya’daki işgal bölgelerini tek bir ekonomik birim halinde birleştirme kararı Sovyetlerin tepkisine yol açtı ve Sovyetler Birliği Müttefikler Kontrol Konseyi’nden çekildi. Batı’da yeni bir Alman Markı’nın piyasaya çıkmasını Doğu Alman parasına karşı rekabet olarak gören sovyetler Batı ile Berlin arasındaki demir, kara ve su yollarını kapatarak kenti ablukaya aldı. 26 Haziran 1948'de ABD ve İngiltere kente acil gereksinimleri havayoluyla sağlamaya başladılar ve Berlin’den dışarı yapılan sanayi ihracatının hava yoluyla gerçekleşmesi için bir “hava köprüsü” kurdular. Artan gerginlik karşılıklı askeri güç tırmanmasına yol açtı. Gerginlik sovyetler Birliği’nin 12 Mayıs 1949'da ablukayı kaldırmasına değin sürdü.










Doğu Almanya


Demokratik Alman Cumhuriyeti (DAC) (Almanca: Deutsche Demokratische Republik (DDR), II. Dünya Savaşı'ndan sonra Sovyet kontrolü altındaki bölgede kurulan sosyalist cumhuriyet (1949-1990). "Doğu Almanya" olarak da bilinir. 1952 yılında Almanya'nın yeniden birleştirilmesini öneren Stalin Nota'sının ABD tarafından reddedilmesinin ardından Sovyet etkisindeki Doğu Almanya tam egemenliğini ilan etti (1954). Doğu Almanya Varşova Paktı üyesi ülkeler arasında yer almaktaydı. Hatta Çekoslovakya'yı işgal eden 5 devletten biri idi. 18 Mart 1990'daki seçimlerde yönetimdeki Sovyet yanlısı Sosyalist Birlik Partisi (Almanca: Sozialistische Einheitspartei Deutschlands, kısaca SED) Volkskammer'deki (DAC ulusal parlamentosu) çoğunluğunu kaybetti. 3 Ekim 1990'da Volkskammer Doğu Alman toprağında Federal Alman Cumhuriyeti yasalarının geçerliliğini kabul etti. İki cumhuriyetin birleşmesiyle 1990 yılı içinde DAC'ın varlığı sona erdi.

24 Eylül 2009 Perşembe

Trabant





Doğu Almanya yapımı otomobil.Sahip olmak yıllarca beklemeyi gerektirirdi
Adını üretime başladığı yıllarda uzaya fırlatılan Sputnik'ten alan ve Almanca uydu anlamına gelen Trabant'ın üretimine 1957`de başlandı. Trabant, tarihe karışan Doğu Almanya’nın en çok kullanılan aracı oldu.
Trabantlar, sosyalist rejimin statü sembollerindendi. Halk arasında Trabant’ı olanlar ve olmayanlar diye bir ayrım vardı. Trabant’ı olanlar şanslıydı. Zira Trabant’a yani Almanya’da halk arasındaki adıyla ‘Trabi’ye sahip olmak o kadar kolay değildi. Trabi sahibi olmak için önce devlete bu talep iletiliyor daha sonra da teslimat için sıraya giriliyordu. Alıcılar oluşturulan listelerde sıranın kendilerine gelmesi için ortalama 12- 13 yıl bekliyordu.
II. Dünya Savaşından sonra Doğu Almanya’da otomobil endüstrisinin en büyük sıkıntısı malzeme temin edememekti. Bu da otomobil üreticilerini alternatif arayışlara itti. İlk kez 1957 yılında üretim bandından çıkan Trabantlar, geri dönüşümü sağlanmış malzemeyle yapılan ilk otomobil unvanına da sahip oldu. Zira Trabantların kaportası,Rusya’dan temin edilen pamuk atıkları ve Doğu Almanya’nın boya endüstrisinin atıklarından elde edilen Duroplast malzemesinden üretildi.
İlk kez 1957 yılında 4 bin marka satışa sunulan 601 ve 601 Üniversal modelleri Wankel motoru kullanıyordu ve 600 kilo ağırlığındaydı.100 km’de 5 buçuk litre benzin yakıyordu. Dört yetişkinin sığabileceği iç hacme sahip olan Trabantların kötü özellikleriyse, çok gürültü çıkarmaları ve çevreyi çok fazla kirletmeleriydi.
Doğu blokunun son yıllarında Trabant çağdaş batı normlarına uyum gösterdi ve 1.1 modeli Volkswagen Polo motoru ile üretildi. Böylece 28 litre benzinle ve 130 km/h hızla 450 Km yol yapan, thermosetting plastik dış gövdesi ile darbelerde ezilmeyen, asla çürümeyen, Mc Pearson sistemi ile mükemmel süspansiyonu olan bir araç yaratıldı.
Vikipedi

28 Ağustos 2009 Cuma

Mütevazi ve hüzünlü...

Pink Floyd dinlendikçe,
müziği unutulmadan bazı bünyelerde yaşadıkça,
birileri hep o Pink Floyd dinlerken ortaya çıkan ruh haline bürünüp,
dünyaya farklı gözlerle bakarak,
bazı şeyleri daha iyi anlayacak sanırım..
Mütevazi ve hüzünlü...

Eski fotoğraflar...

17.9.08
Eski fotoğraflarıma bakamıyorum...
Fotoğraf albümü yapmak istiyorum kendime...
Şöyle yağmurlu bir gün olsa…Hafiften üşüsem...
Sıcak bir çay demlesem...
Üzerimde geceliğim,ayağımda kalın çoraplar...
Geniş bir koltukta eski fotoğraflarıma baksam...
Film seyreder gibi… Öyle güzel resimlerim var ki aslında...
Ama ben o küçük kızın kocaman siyah gözleriyle karşılaşmaktan korkuyorum...
Sanki bütün dünyayı gören bir çift kocaman göz...Masum...
Elim varmıyor,alıp o fotoğraflara bakmaya...
Orda her şey çok güzel,çok taze...
Hayat yormamış henüz...pişmanlıklar değil,umutlar var...
Hangi okulu kazanacağı belli değil daha...
Ne olacağı...Yaşayacakları yok...
Gökyüzüne bakıyor bazen o fotoğraflar...Yıldızlara...
Acaba şimdi nerde? diye...
Kimbilir nerede,şu an ne yapıyor?Ne zaman karşıma çıkacak?
Acaba o da bakıyor mu şimdi benim gibi yıldızlara?...
Hayalleri var mı onunda?
Gönül kırıklıkları yok...Birini sevmeler...
Sonra sevdiğini sanmalar...Sonra bir daha...
Bir daha...Bir daha...Sevmeler...Sevdiğini sanmalar...Sevmeler...
Sevdiğini sanmalar...anlamalar...
Duman almaya başlamamış ciğerler daha...
Ciğerler taze...Gülüşler taze...Arkadaşlar taze...
Onların da hayalleri var...
Bilmiyorlar daha başlarına gelecekleri...
Hiçbiri evlenmemiş ,boşanmamış,dağılmamış...
Öyle oturmuş bir masaya neşeli bir sohbetin içindeyken ve kadehler havada,
biri birine muzipçe kulak yapmış o fotoğraflarda...
Anne güzel,baba yakışıklı,ablanın gür saçları...
Henüz tedavi yok,teşhis yok,ameliyatlar yok... ayrılıklar,isyanlar,savrulmalar yok...
İşkenceler başlamamış henüz...Anneanne ve dede hayatta...
Küçük kız,anneannesinin evinin merdivenlerinde,
dedesinin yaptığı tahtadan tığ'la birşeyler örüyor güya...
Ve henüz hiç kimse ölmemiş...
Orada, o eski fotoğraflarda O’nu baş tacı yapan ilkokul öğretmeniyle karşılaşmak istemiyor kocaman gözlü kız mesela...
Ne diyecek öğretmenine "siz beni çok önemserdiniz ama ben kayboldum" mu?...
Henüz düşler iğdiş değil eski fotoğraflarda...
Hiç dokunmadan bıraksam onları
öylece o kocaman kara gözlü küçük kızın kollarında...diyorum...
"Ben küçükken kocaman bir gözdüm/ Ve sanki herşeyi görürdüm..."
Eski fotoğraflarıma bakamıyorum...

Yazan: Elif Deran

26 Ağustos 2009 Çarşamba

dalga boyu...

ve ışık yavaşça süzülüyor tekrar odanın kapısından..
sofra hazırladım ona üşüyüpte gitmesin diye..
içki bile koydum yanına oturur anlatır diye..
korkuyordu oda çok üşüdüm dedi
-şaşırdım!!- buyur dedim
bana mı söylüyorsunuz dedim..
evet dedi üşüyorum dedi tekrar..
senle beraber (d)üzülebilirim ancak dedim
elimden benimde bir halt gelmez dedim
nasıl gelmiyor dedi
şu an ayaktaysam hala kapıdan girebiliyosam
bil ki bu sen ve senin gibilerinin varlıklarındandır dedi?
güldüm ve kızdım ona bunca zamandır neredeydin dedim?
yanılsama dedi
neyse dedim gene ve içmeye başladım
ışıkla tehlikeli oluyor ama içiyorum
ışıkla devamlı bu aralar konuşuyoruz
bana arkadaşlarından bahsediyor
eskiden ne kadar hızlı olduğundan
hatta bi ara zamanı bile aştığındanbahsediyo..
inanmassın, geçen ağladı karşımda
eskiden dedi
hiç bi teori yazamazlardı üzerimde
her yazılanı her ispatlananı tersine çıkarırıdım
gözlerine başka bir şekilde görünürdüm dedi.
onlarında buna silah yapacaklarını hiç düşünememiştim,
karanlığa boğup insanları benide tükettiler dedi
ben bile (d)üşüyorum dedi..
ben hala bencilce (D)üzülüyorum dedim..
ne yapayım dedi peki sana dedi
güldüm çok geç dedim..
önümdeki haydariden sıkı bir kaşık alıp rakıyı dipledim..
boşver be....
ben sensizliğe de alıştım, alıştırdılar dedim..
abi dedi şimdi beni sen gerçekten (d)üzdün dedi..
ve gitti..
anladım ışık bana haramdı artık
geride tek kalan şey avucumdaki yıldızdı
ısrarla saklayıp özenle koruduğum o kanayan kanatan üşüyen yıldız.....

Alper ALMALI

25 Ağustos 2009 Salı

Yaşar Kemal, Tilda ve bütün "sıra arkadaşları" için...

"Biz namuslu yaşadık Tilda. İyi insanlar olduk." Bu, en uzun cümlesidir Türkçe'nin. Yaşar Kemal'in ölen eşi Tilda'nın mezarı başında söylediği. En uzun romandan daha uzun, en ağırından daha taş. * * * İnsan, hayatın o kadar da kısa olmadığını anladığı zaman büyüyor galiba. Yaşayan için bitmeyecek bir şeydir çünkü hayat; ancak, ölmekte olan için kısa. Düştüğün yerde kalınmaz çünkü, vurulduğun yerde bitilmez. Uzar, genleşir hatta delinip derinleşir zaman. Birikirsin. İnsan en çok bunu anladığında yalnızdır. Birikeceğini, hayatın ölüme kadar bitmeyeceğini anladığı an. Aslında gerçekten tam o anda birini arar insan. İnsanlığın ucuz cehenneminde bir başına olmamak için. Olup bitenler hakkında hiç değilse konuşmak için. Bir şey görünce dönüp "gördün mü?" demek için. O yüzden işte... "Tilda benim arkadaşımdı. Dostumdu. Kardeşim, kardeşten de öte bir şeyimdi. Edebiyat konuşurduk, siyaset, felsefe. Biz 50 yılı böyle geçirdik. Konuşarak." O yüzden işte, önceki gece "Bir Yudum İnsan" programında Nebil Özgentürk'e böyle söylüyordu Yaşar Kemal. İnsanlığın ucuz cehenneminde bir arkadaşın gerektiğini anlatıyordu. Aşık olduğu kadını kaybetmiş gibi değil de, beraber yaramazlık yapıp, konuşup, beraber "durduğu", her şeyini bildiği, her şeyini bilen arkadaşını kaybetmiş bir çocuk gibiydi. Kocaman karınlı, kocaman sesli ama küstükçe ufalanan bir çocuk gibi. Zira, "evlilik" uygarlığın uydurduğu bir meseleydi ve esas olan hayat içinde yaşamak dediğimiz bütün o şeyler olup biterken, senin gördüğünü gören biriyle "sıra arkadaşı" olmaktı. Yoksa 50 yıl ne konuşur insan "karısıyla", "kocasıyla"? "Belediye başkanının verdiği yetkiyle" bir memur sizin beraber yatıp, üremenize izin verdi diye... Ama "sıra arkadaşı"... Sıra arkadaşı insanın, önünde durmaz, arkasında da. Yanında durur. Böyle, yan yana durur işte. Siz yan yana dururken başınızdan olaylar geçer. Hayat denen sıkıcı dersi bir aralık kollarsın hep "gördü mü?" demek için. * * * Çünkü mesela hep eteği sarkar iktidarın. "Gördün mü" deyip, iki kişilik gülersin. Mesela sıra dayağına çeker sizi hayat. "Acıdı mı?" dersin. Acıyan yerlerini gösterirsin birbirine. Geçince ya da geçti sanınca, "gördün mü?" dersin. "Bak geçti". Yokluklarda, yoksunluklarda yoklama yapacağı tutar hayatın. "Eksik" yazılmasın diye o, atarsın kendini ortaya. Yalanlar, masallar, hikayeler; oyalarsın zamanı. Ne yapar yapar "eksik" dedirtmezsin sıra arkadaşın için. Sonra bir aralık bulup yine: "Gördün mü?" dersin, "iki kişi olunca nasıl idare ediyoruz birbirimizi". Herkeslerden gizli, hınzır şeyler yaparsın birlikte. "Düşersin" diye çıkarmadıkları yükseklere çıkıp, "boğulursun" diye göndermedikleri dehlizlere dalarsın birlikte. Maceraların arasından parmaklarınız uçuşur güzel ve tuhaf şeyleri işaret etmek için: "Gördün mü?" dersin, "Görecek daha çok şey buluyoruz iki kişiyken". Gün gelir, bir rüya görünce bile "gördün mü?" dersin. Çünkü iki kişilik yıllanmış uykularda akıllar bile ılıyıp karışır birbirine. Bazen başkalarına gönlü kayabilir bile insanın, başka "sıralara". Hayat uzun ya! Ama o başkalarına "gördün mü?" diyemeyeceğini anladığın anda... Sıraya dönüp yine: "Gördün mü?" dersin, "Her şey bizim iki kişilik evrenimiz içinde olup bitiyor aslında. Olup bitiyor! İçinde!" Ama sıra arkadaşı gidince... "Hayat sürüyor" diyorsun ha? Hadi ya?!

Ece TEMELKURAN