25 Ocak 2011 Salı



JAPON BALIKÇISI

Denizde bir bulutun öldürdüğü.

Japon balıkçısı genç bir adamdı.

Dostlarından dinledim bu türküyü

Pasifik'te sapsarı bir akşamdı.



Balık tuttuk yiyen ölür.

Elimize değen ölür.

Bu gemi bir kara tabut

lumbarından giren ölür.



Balık tuttuk yiyen ölür,

birden değil, ağır ağır,

etleri çürür, dağılır.

Balık tuttuk yiyen ölür.



Elimize değen ölür.

Tuzla, güneşle yıkanan

bu vefalı, bu çalışkan

elimize değen ölür.

Birden değil, ağır ağır,

etleri çürür dağılır.



Elimize değen ölür...

Badem gözlüm, beni unut.

Bu gemi bir kara tabut,

lumbarından giren ölür.

Üstümüzden geçti bulut.



Badem gözlüm beni unut.

Boynuma sarılma, gülüm,

benden sana geçer ölüm.

Badem gözlüm beni unut.

Bu gemi bir kara tabut.



Badem gözlüm beni unut.

Çürük yumurtadan çürük,

benden yapacağın çocuk.

Bu gemi bir kara tabut.

Bu deniz bir ölü deniz.

İnsanlar ey, nerde siniz?

Nerde siniz?



1956


















5 Kasım 2010 Cuma

ve yırtılmış bir tül gibi savrulup duruyor zaman...




KAVAKLAR

Bedenim üşür
yüreğim sızlar
ah kavaklar kavaklar
beni hoyrat bir makasla
eski bir fotoğraftan oydular

orda kaldı yanağımın yarısı
kendini boşlukla tamamlar

omzumda bir kesik el
ki durmadan kanar

ah kavaklar kavaklar
acı düştü peşime
ardımdan ıslık çalar

Metin ALTIOK

17 Şubat 2010 Çarşamba

ÇALIŞMAK ÖZGÜRLEŞTİRİR


yeterince derine bakan biriyseniz,
size "çalış!!" diye bağıran alman hocanın suratına tükürür gibi söylersiniz bu sözü.
güçlüyseniz, akıllıysanız, korkusuzsanız
ve en önemlisi ruhunuz karanlıkla çevrelenmiş bir gecede yanıyorsa ışıl ışıl.
o zaman eşsizsiniz demektir.
yine de doğrudur ya bu söz.
çalışmak bizi kurtarır.

çalışmak bizi kurtarır.

sabah kalkıp işe gitmek kurtarır bizi bütün gün düşünmekten,
gece yorgunlukla yatağa girdiğinizde bir süre sonra uyuyabilmek kurtarır sizi düşlerinizden, vaktiniz kalmayınca sonunda yaşamaya, kurtulmuş olursunuz ağırlığından hayatın.
paraya mutlu olursunuz,
ete mutlu olursunuz,
taşa mutlu olursunuz.
mutlu olmanın sıfırlarla ölçülmesine mutlu olursunuz.
kendinizi bir sayarsınız o sıfırların başında.
uyuşur gidersiniz hayatın akışında.
çalışmak sizi kurtarır.

çalışmak bizi kurtarır.

düşünmekten kurtarır,
anlamaktan kurtarır,
acı çekmekten kurtarır,
sevmekten kurtarır,
ölmekten kurtarır,
yaşamaktan kurtarır.
bu sözün anlamı budur.

çalışmak bizi kurtarır.

çalışmak özgürleştirir.

para verir bize,
oyalanma imkanı verir,
hayranlar verir,
çalışmayı hayatın anlamı sayan köleler verir, çalışmak için kapınızı paralayan.
çalışmak özgürleştirir.

keser ellerinizi ayaklarınızı.
serbest bırakır sizi, bütün düşlerinizden, hayallerinizden, amaçlarınızdan, hırslarınızdan.
sizi sizden alır, geriye posanızı bırakır.
özgürleştirir sizi,
kendi kendinizden uzaklaştırır.
mylia




13 Ocak 2010 Çarşamba

LOST FOR WORDS



Lost For Words

i was spending my time in the doldrums
i was caught in a cauldron of hate
i felt persecuted and paralysed
i thought that everything else would just wait
while you are wasting your time on your enemies
engulfed in a fever of spite
beyond your tunnel vision reality fades
like shadows into the night
to martyr yourself to caution
is not going to help at all
because there'll be no safety in number
swhen the right one walks out of the door
can you see your days blighted by darkness?
is it true you beat your fists on the floor?
stuck in a word of isolation
while the ivy grows over the door
so i open my door to my enemies
and i ask could we wipe the slate clean
but they tell me to please go fuck myself
you know you just can't win

Gilmour, Samson

kaçarsin, uzaklaşirsin hizli adimlarla.
arkanda kalmiş o kadar cok gereksiz ayrinti vardir ki,
rahatlama ile karişik bir hüzün kaplar ruhu,
gam yükü agirlaşir sonra çatlaklari artik belirginleşmiş olan kalpte..
gri bakişlarin ardindaki siyahi görmek cok zor değildir artik.






24 Kasım 2009 Salı

Dünya Dışı, Masal!



Yuri Gagarin, Gzhatsk yakınlarındaki Kluşino`da 9 Mart 1934 tarihinde dünyaya geldi. (Şimdiki Ukrayna'da olan bu kasabanın adı 1968`de Gagarin olarak değiştirildi). Annesi ve babası kolektif bir çiftlikte çalışıyordu. Yuri dört çocuktan üçüncüsüydü, özellikle ablası Yuri`yle yakından ilgilendi. Sovyetler Birliği`ndeki milyonlarca aile gibi Gagarin ailesi de II. Dünya Savaşı`ndan kötü biçimde etkilendi. İki abisi 1943`te Almanya`ya götürüldü ve savaş bitene kadar geri dönemediler. Hocaları Gagarin`i zeki ve çalışkan fakat biraz da yaramaz bir çocuk olarak tanımlardı. Matematik hocası savaş esnasında Kızıl Ordu Hava Kuvvetleri`nde uçmuştu, bunun da Gagarin üstünde büyük bir etki bıraktığı söylenir.

Bir dökümhanede çıraklığa başlayan Gagarin daha sonra Saratov`da bulunan yüksek teknik okuluna seçildi. Oradayken "Hava Kulübü"`ne girdi ve küçük uçaklarla uçmayı öğrendi. Bir hobi olarak başladığı bu iş zamanla hayatının önemli bir bölümünü kaplamaya başladı. 1955`de okulunu tamamladı ve bir pilot okulunda savaş uçağı eğitimi almaya başladı. Orada 1957 yılında evleneceği Valentina Goryacheva ile tanıştı. Eğitimden sonra hava şartlarının kötü olduğu Norveç sınırında bir bölgeye atandı.


Tarihin ilk yörünge uçuşunu gerçekleştiren Yuri Gagarin, bu görevin kendisine verilmesinden dolayı büyük bir mutluluk duymuştu. Hareketten az önce verdiği demeçte şunları söylüyordu: "Bildik bilmedik tüm sevgili dostlar, yurttaşlar, tüm ülkelerin ve kıtaların halkları! Birkaç dakikaya kadar güçlü bir uzay gemisi beni evrenin uzaklarına taşıyacak. Size hareketten önceki şu birkaç dakikada ne söyleyebilirim ki? Tüm yaşamım gözlerime tek bir güzellik anı gibi görünüyor. Şimdiye değin yaptığım, yaşadığım her şey, bu an için yapılmış ve yaşanmıştı. O denli uzun süre ve coşkuyla hazırlandığımız deneme saati bu kadar yaklaşmışken duygularımı tahlil etmenin benim için ne zor olduğunu anlıyorsunuzdur. Benden tarihin ilk uzay uçuşunu gerçekleştirmem istendiği anda duyduklarımı aktarabilmek zor. Sevinç miydi? Hayır, yalnızca sevinç değil. Gurur? Hayır yalnızca gurur da değil. Sonsuz bir mutluluk duydum. Uzaydaki ilk insan olmak, doğayla şimdiye değin hiç kimsenin yapmadığı şekilde ve tek başına yüzyüze gelmek daha fazlasını düşleyebilir miydim?... Uzay uçuşuna çıkmak üzere olduğum şu anda mutlu muyum? Tabii mutluyum. Gerçekten de insanoğlu her çağda ve her yerde büyük keşiflere katılmaktan büyük mutluluk duymuştur."


12 Nisan 1961 tarihinde Gagarin uzaya çıkan ilk insan oldu. Uzaygemisinin adı “Vostok 1” idi. Uluslararası medyaya göre Gagarin, uzayda "Burada Tanrı falan göremiyorum." demişti. Ancak uzay uçuşu sırasında dünya ile yaptığı konuşmaların yayımlanan metninde böyle bir cümle yer almaz. Gagarin daha yörüngedeyken rütbesi TASS'in birinci kumandanı Rusya'dan Simon olarak bilinen Maksat Babayev tarafından yükseltildi. Sovyet otoritelerine göre rütbe değişimin hemen yapılmasının sebebi Gagarin`in iniş sırasında ölebileceğini düşünmeleriydi. Ama bu gerçekleşmedi ve Gagarin dünyaya çok ünlü biri olarak döndü. Sovyetler Birliği Komünist Partisi`ni "bütün başarılarımızın düzenleyicisi" olarak övdü.


Rus uzay gemisi Voskhod II'de bulunan Alexei Leonov, yörünge uçuşlarından birinde Dünya'ya bakarken edindiği izlenimleri paylaşıyor: "...Voskhod II'nin dış kapağı açıldığında, uçsuz bucaksız kozmos, hiçbir sözcüğün betimleyemeyeceği güzelliğiyle önüme serildi. Dünya gözlerimin önünde süzülüyordu; düz gibi görünüyor, ancak kenarlarındaki kıvrım küre şeklinde olduğunu anımsatıyordu. Başlığımın göz kısmındaki kalın filtreye karşın bulutları, Karadeniz'in çırpıntılı yüzeyini, kıyıyı, Kafkas sıradağlarını, Novorossiyks körfezini görebiliyordum. Kapağı arkamdan hafifçe iterek uzay gemisinden ayrıldım. Uzay gemisi ve kaptanla aramdaki bağlantıyı sağlayan cankurtaran ipi yavaş yavaş geriliyordu. Gemiden ayrıldığım süredeki itim ona da hafif açısal bir momentum kazandırmıştı. Dünya üzerindeki uçuşunu sürdüren uzay gemisi güneş ışınları içinde parlıyordu. Işık-gölge zıtlığı yoktu, çünkü geminin güneşe bakmayan tarafı da dünyadan yansıyan ışınlarla aydınlanmaktaydı. Görkemli ormanlar, ırmaklar ve dağlar, ayaklarımın altında birbirini izliyordu. Kendimi büyük bir yükseltide uçan bir uçakta gibi hissediyordum. Ancak aradaki mesafe çok fazla olduğundan, kentleri birbirinden ayırmak olanaksızdı; sanki rengarenk, dev bir haritanın üzerinde uçuyor gibiydim."


18 Kasım 2009 Çarşamba

KAŞ'DAN MEİS'E...



Saat 06.00 kışın ortasında bir akdeniz kasabasında, kaş'ta sabahın ilk ışıkları doğuyor... Ne büyük şehrin trafiği, telaşı, koşuşturması, stresi ne de yazın sıcak ve kalabalık günlerinin izi yok. Limanda, sokaklarda, evlerde, hatta denizde yalnızlık ve sessizlik hakim.Kaş'ın en iyi arkadaşı ise meis. İki eski dostu akdeniz ayırıyor. Gümrük kapıları, diplomasi koridorları, it dalaşları...Kaş bir sahil kasabası..günün ilk hareketleri de limanda başlıyor. Erken satte balığa çıkanlar günün ilk ışıkları ile geri dönüyor.Zaman ağır geçiyor. Kimsenin acelesi yok. Herşey kışın sessizliğine uygun... Dakikalar sakin ve acele etmeden geçiyor.Kaş resmi rakamlara göre sekizbin nüfuslu, antalya iline bağlı bir akdeniz kasabası. Bundan otuz yıl önce yani turizmin kaş'ı keşfetmediği yıllarda, yolu, suyu, elektriği olmayan bir yermiş. Dünyaya açılan tek kapısı ise 20 dakika uzaklıktaki Yunanistan'a ait meis adasıymış. Aslında meis adası ya da yunanca adıyla kastelarizo tarihte okutulan oniki adadan sadece biri. Yunan adalarının türkiye'ye en yakın yunanistan'a ise en uzak olanı... Yıllarca rumların ve türklerin birarada yaşadığı bir yer. Kaş'a ulaşmayan yollar meis'in denizin ortasındaki yalnızlığı bu iki yakayı birbirine daha da yakınlaştırmış. Lozan görüşmeleri sırasında varılan mübadele anlaşması ve sonrasında yaşanan değiştokuş bile bunu değiştirememiş. Sadece meis'teki türkler kaş'a, kaş'taki rumlar da meis'e geçmiş. Arkalarında yüzyıllardır süren ve bugün hala anlatılan dostlukları, alışverişleri ve hayatları bırakarak. Doğma büyüme kaşlı eşref amca o günleri hala özlemle anıyor.Eşref amca: “biz çocukluğumuzda ilk zamanları bütün ihtiyacımızı hemen hemen herşeyi ordan alırdık. Gidiş geliş serbestti. Ordan pirinç alırdık, şeker alırdık makarna alırdık, ne ihtiyacımız varsa temin ederdik. Onlarda burdan odun, tavuk, yumurta götürür, mum götürürlerdi. Onları orda satarlar karşılığında yiyecek maddesi alırlardı. Herşeyimizi biz meisten getiriyorduk. Bir tane motor vardı iki tane kayık vardı. Kayıklarla motorla gidip geliyorduk. Orda öyle güzel mağazalar vardı ki grekdişan birmanlar, bütün mantoluklar kadife ince kadife ipek kadifeler jarzeler margazitler bak bunların isimleri çok önemli şimdi yok. İsmet inönü rahmetli olsun o meisi alacakmış ama bir hata olmuş ne olduysa bilmiyorum çok bize münasip değilmiydi.” Meis yolların ulaşmadığı kaş için uzun süre hayat damarı olmuş. Derde düşen eşref amcanın da dermanı olmuş. Eşref amca :“ben kulaklarımdan rahatsız olmuştum. Sağır olmuştum. Bir hafta kaldım meiste. Ordaki doktorlar tedavi etti beni.” Tüm yokluklara rağmen kaş'ın eski toprakları o zamanlar bugünden çok daha güzeldi. En önemli olay da haftada bir istanbul'dan çıkıp iskenderun'a giden geminin gelişiydi.Eşref amca: “çok dertliyim bu kadar bizim denizlerimiz varken vapurlarımız haftada bir kere geliyordu. Sonra bazen 15 e çıkarılır 15 günde erzak indiriyorlardı erzak bindiriyorlardı yolcu getiriyorlardı yolcu götürüyorlardı. Ama fevkalade güzeldi.”81 yaşındaki zekiye teyze'de eşref amca gibi doğma büyüme kaş'lı. Kaşta Eski günleri hatırlayanlar birer birer azalıyor. Kaş da eski kaş değil. Yazın kalabalıktan geçilmeyen kaş'ın en eski caddesi uzun çarşı'da yürürken zekiye teyze biraz sitemkar biraz özlemle eski zamanları anlatıyor. “size anlatacak şeyim çok da çok dertliyim zaten de çok üzgünüm buranın yerlisi olduğum için, ağladım ben bu sokağa. Neden biliyormusun baştan aşağı büyük taşlar vardı , aşağı kadar seke seke iniyorduk etrafında. Yuvarlak buz gibi kaliteli beyaz taşlar kenarlarında şöyle iki parmak toprak, her gelen belediye reisi yıktı burayı.Kaş'ta bozulan, değişen tek şey yollar, binalar değil. Zekiye teyze eski kaş'ı anlatırken birden çocukluğunda oyunlar oynadığı kiliseyi hatırlıyor. Daha doğrusu eski kiliseyi. Zira kilise artık cami olmuş.“ah orası o kadar güzeldi ki. O cami o kadar güzeldi. O caminin kubbesi var iç kısmında, yani kilisenin kubbesiydi. Benim çocukluğumda, hastaneydi orası o kubbenin içine girdiğinde yuvarlak kubbenin üst kısmında isanın resimleri vardı, kendilerine göre işaretler yani. Tam ortada isa vardı ve yanında arkadaşları vardı. Camiden girdiğinde şöyle sağ tarafta duvarda gene isanın resimleri vardı. Ama bu oyma taş resimlerde gene isa böyle merdivenin altına saklanmış çarmığa germişler birçok anlamlı resimleri vardı. Burayı cami yaptılarda resimlere ne oldu bilmiyorum. 5,10 sene geçti üstünden.” Zekiye teyze'yle yıllardır görmediği eski kilise yeni camiye gidiyoruz.bir zamanlar kaş'ın dışında yer alan bu kilisenin etrafını kaş sarmış. Ve cami de her geçen yıl eklenen binalar sayesinde neredeyse merkezde kalmış. “biz de çocukluğumuzda buralarda oynamaya gelirdik sadece burası vardı hiçbir ev yoktu. “Eskinin kilisesi bugünkü caminin içine girince zekiye teyze yine çocukluk günlerine dönüyor. Silinen dini tasvirleri, sökülen sütunları anlatıyor.“burda kubbe gibi tam ortada tenekemiydi bilmiyorum ama üzerinde isanınnı resimleri olan bir bölüm vardı. Kenarında da arkadaşları duruyordu. Musamere yaparlardı burda. İçerde odalar da vardı, mermerden sütünlar vardı. Mermerden sutünları bir başkaydı hep onlar yıkılmış.”Artık rehberimiz 81 yaşındaki zekiye teyze. O mu bizi gezdiriyor , biz mi onu tam olarak anlaşılamasa da böyle bir yol arakadaşının kolay kolay da bulunmayacağı kesin. Ertesi gün zekiye teyzeyle 65 yıldır gitmediği meis'e gitmeye karar veriyoruz. Mesafe kısa ama işlemler uzun. Sabah 9'da çıkmayı planladığımız yolculuk gerekli işlemler haftasonuna denk geldiği için geçikiyor. 20 dakikalık kaş-meis yolculuğuna tam iki buçuk saat süren bürokratik işlemlerden sonra çıkıyoruz. Zekiye teyze beklemekten biraz yorulmuş ama yine de heyecanlı. Bir yandan 65 yıldır görmediği hatıralarındaki meis'i anlatıyor. Bir yandan ne kadar değiştiğini merak ediyor. “55-60 sene sonra meise gidiyorum çok mutluyum, o zamanlar hevesliydim, sık sık gider gelirdik oraya. Güzel elbiseler dikinir gelirdik ondan sonra hep ordan alışveriş ederdik. Bizim kaş’ta bakkal dükkanı dahi yoktu.yeni daha tam yerleşmemişti. Bütün erzaklarımzı yiyeceklerimizi, giyeceklerimizi meisten getiriyorduk herşeyler vardı orda. Hele kolanyası o kadar güzel kolanyası vardı ki bakalım gidelim görelim oraları da ne olmuş. 2. Cihan harbinden sonra neler oldu neler… karşıdan gördüğümüz kadarıyla yandı ama içi ne oldu kimbilir. Uçaklar aniden geliyor bombalarını atıp hemen gidiyorlardı. Hem de bizim o tarafa kaçıyorlardı. Bizim o tarafa falan bir bomba bile düştü.”Yola yeni çıkmamıza rağmen kısa bir sürede yunan karasularına giriyoruz.sadece 7 mil olan mesafenin tam ortasında teknede yunan bayrağı çekiliyor. Kaptan türk kara suları ile yunan kara sularını birbirinden nasıl ayırd ettiklerini anlatıyor.“karşıda küçük serpilmiş adalar var. En küçük ada artık sınır olmuş.yunan sınırıda öyle biliyoruz. Evet şu anda gelmiş oluyoruz yunan sularına.Meis'e iner inmez zekiye teyze hayretini gizleyemiyor. Adanın bomboş hali onun anılarıyla hiç örtüşmüyor.“burası cıvıl cıvl dopdoluydu. Şimdi yaşlılar kalmış burda. Allahım çocukluğumdan kimseler kalmamış.”Meis ayrı bir dünya. Kaş'ın tersine güzelliklerini korumuş, saklamış, yaralarını sarmış bir ada...Ama kış'ın meis en az eski dostu kaş kadar yalnız. Evlerin camları kapalı. Adanın aynı zamanda merkezi olan kıyıdaki yolda birkaç kişi, açık olan kahvelerin önünde oturuyor. Ancak yine de karşılaştığımız kişiler zekiye teyze'ye çok sıcak davranıyorlar.“-anane hoşgeldin-hoşbulduk hemde güzel türkçe biliyor-ne pan iyi mi?-iyi sizler naparsınız -iyi çok iyi bak- eski, meis ne kadar güzeldi ne kadar birbirimiz seviyordukEn sıcak karşılaşma ise 77 yaşındaki nikola amcayla oluyor. Kaş'ın zekiye teyzesi varsa meis'in de sarı nikola amcası var. Nikola amca kırık türkçesiyle zekiye teyzeyle eski günleri yad etmeye başlıyor. Onlar yarenlik ederken bizim yine yerine getirmemiz gereken bürokratik işlemler var bu yüzden mikrofonu teknenin kaptanı kamil kaptana emanet ediyoruz o da bu işten gayet memnun gözüküyor...“ -biz ne bekliyon böyle-çok güzel bak, hep eski şeyler duruyor böyle-eski zamanda 12 bin, 12 bin insan oturuyor meiste-öyle mi bak bizim-12 bin çalışıyor türkiye. Bizim kayıkçı geliyor türkiye alıyor odun alıyor kömür soba getiriyor erzakti, arabi,şeker pirinç getiriyor.”Meis adasının bugünkü sakinlerinin yaş ortalaması 60 civarında. Meis yazları tatile gelenlere dolup taşsa da şimdi kıştan payına düşen günleri yaşıyor. Daracık sokakları bomboş. Limandaki birkaç balıkçı teknesi dışında denizde hiçbir hareket yok. Ada sakinlerinin en çok sahip olduğu şey zaman. Bu zamanı da kıyıdaki açık olan birkaç lokantanın bir masasından öbürüne geçerek değerlendiriyorlar. Kış en az kaş'ta olduğu kadar meis'de de mutlu geçiyor...Meislilerin de dünyaya açılan kapıları kaş. Bu nedenle her hafta cuma günleri hertürlü ihtiyaçlarını karşılamak için alışverişe kaş'taki pazara gidiyorlar. Türk olduğumuzu söylediğimizde belirttikleri tek şey onların karşı kıyı ile dostluklarının son altı aya değil yıllara dayandığı.Adam: bizim dostluğumuz politikaclıardan önce zaten vardı. Benim kaş'ta birçok dostum var. Gelirler lokantamda yemek yerler beni meis'e gelince bulurlar. Biz birbirimize zaten çok yakınız.Tüm bu yakın karşılamalardan ve konuşmalardan sonra sıra dönüşe geliyor. Zekiye teyze heyecanlı bir günün ardından biraz yorgun düşüyor. Tekneye biniliyor. Sanki tekrar görüşülecekmiş gibi veda ediliyor.

11 Kasım 2009 Çarşamba

LODOS ve COĞRAFYA



Soğuk ve karanlık bir İstanbul gecesi ve bir klasik, tutmayan uyku, soğumuş ve çürümüş bedenlerde bir karamsarlık hakim. Neyin karamsarlığı? Bağlanılan umutlar bile artık içi boşaltılmış pop kültürünün bize dayattıkları. Ne demekse içi boşaltılmış pop kültürü?
Aslında sahte bir canlılık ve cümbüş hakim bu pop kültürüne. Gidilen cafeler ve oluşturulan gruplar sahte bakışlar ve cilvelenmeler,bir kadının ılık nefesi bile artık ne kadar çarkın dönmesinde rol alıyorsan o derece ılıklaşıyor. Ya çark seni reddettiyse ya tutamadıysan sende çarkın bir ucundan, ezdiyse seni küçük kuyudaki yılan. İşte o zaman yandın dostum! Bir hiçtir aslında seni arkadan sokan, hele bide yalnızsan. Yoktur artık değerin! Seni gereğinden fazla beklemiş görür zaman ve mekan. Sığmazsın içine ve boşalırsın, artık hayattaki en büyük zevki krem olan penissindir.
Kör bir kuyuda, istemediğin kadar su bile varken susamamışsındır. Şöyle bir bakınayım dersin etrafına varlığınla yokluğun senin gibi adi adamların emrindedir. Bir avuç insan sinmişsindir içine, pes etmişsindir. Bırakmışsındır vapurun peşini, koşmazsın simidin peşinde ve acı olan hala muhtaçsındır simide! Kaçırmışsındır yolları, bir çift gözün sana dikilmesini beklersin, bir çift şevkatli elin hatta on parmağın gözükmeyen yaraları sarmasını istersin. Uyuşmuştur beynin çalışamaz olmuştur artık, bundan şikayet edemez kadar uyuşmuşsundur. Anlık bir hareketle uyanmak istersin,"yeter artık!" diye haykırasın gelir, haykırırsın da. Ama ufacık bir lodos tıkar sesini boğazına! Tutarsın kaşkolunu ve sığınırsın tekrar cam fanusuna. Nice tutunamayanlar bakar sana. O ıssız rüzgarı dindiremediğin yağmurunda, onlarda başlar ağlamaya bir şimşek çaktırıp yağmur yağdırmak istersin, rüzgara meydan okurcasına. Ama o kahpe rüzgar, ojeli tırnaklarıyla parçalamıştır bulutlarını. O tatlı, o masum, o umut dolu, hayat dolu bulutlarını. Son bir nefes daha çekersin sigarandan; hayır hayır, izmaritten! Çünkü alışmışsındır sigaranın son fırtını çekmeye. En kaliteli tütünü bile içsen o izmaritin acısı gelir kupkuru dudaklarına. Düşünürsün bulutlarını, olmamıştır aslında ne masumdur ne de umut doludur. Nefrettir, hepsi içten gelen kanayan midenin, akan midenin sıvısıdır, gözyaşlarıyla bezenmiştir. Hınca hınç grev yapan milyonların hıncı olmuşsundur. Ama asla haykıramamışsındır bunu rüzgara. Acıyıp kendine ve bulutlarına, balmumuyla kaplamışsındır onları. Balmumunsa umuttur, masumiyetindir senin. Sahte maskelere karşı tek silahındır, duygusallığındır. Onlara çok değer vermişsindir tüm yaşamın boyunca. Evirip, çevirip milyonlarca hatta milyarlarca kez anlatmışsındır insanlara, belki anlarlar umuduyla hep bir daha, hep bir daha denemişsindir.Devamlı konuşmuşsundur insanlarla, mevsimlerden bahsetmişsindir, aşktan bahsetmişsindir ve kendinden bahsetmişsindir. Zekisindir de, etkilemişsindir onları anlık süreçlerde, tatmin etmişsindir kendini, fakat o adi lodos esmiştir gene! Yosunlarla ve plastik atıklarla doldurmuştur denizini, hasretsindir poyraza!
Kimbilir kaçıncı kez okuduğun o en önemli başucu kitabın vardır yanında ve birde asla kendini anlatmadığın birkaç senin gibi güzel insan. Evet asla bir sürüngen değilsindir, içinde umut beslemişsindir insanlara. Sahte inançlara inanmayı öyle tezlerle ispatlamışsındır ki kendine; inanırsın bile buna. Mutlusundur aslında, ama o lanet olası bazı şeylerin farkında olmanın bedeli, çok büyük bir depresyondur, cezandır senin. İlk,büyümeye başladığın yılları hatırlarsın. Ne çok şeyler bulmuşsundur kitaplarda ve şu an senin hissettiklerini yaşayan insanlarda. Hayat hiçbir zaman hak değildir sana, hep bir zorunluluk olmuştur tüm kısır döngün boyunca ve gitgide sonuna gelmektesindir dipsiz kuyunun. Ah,bir ulaşabilsen o dipsiz kuyuya! Bir süreçtir bu dipsiz kuyuya varmada, öyle çok kaybetmişsindir ki; bununda farkındasındır, bir varsan sanki tekrar dirileceksindir. Çünkü çekmişsindir tüm acıları. Büyük bir huzur kaplayacaktır içini, damarlarında devamlı algının tüm kapılarını ayağına seren tonlarca uyuşturucu dolaşacaktır sonsuza değin. Ah bir varabilsen kuyuya. Kuyunun o kadar ustası olmuşsundur ki, çok değerlidir oraya varmak senin için, Buddha gibi bir bedeldir bu. Bu yolu seçmişsindir ve çok ilerlemişsindir. Dediğin gibi zekisindirde ölümün de çare olmayacağını bilirsin ve o son çareye ulaştığında öğreneceksin o lanet lodosun zayıf noktasını ve tek kurşunda söndüreceksindir cakasını!"DAN DAN DAN", kalmayacaksındır tek kurşununla, vuracaksındır devamlı.Vurdukça LODOS olacaksındır! Vurdukça daha da bir kuvvetleneceksindir. Artık iki yol kalmıştır sonunda; ya kabulleneceksin lodos olmayı ya da bunca yıllık kaybetmişliğin edasıyla atılacaksındır yeni bir rüzgara, MUSON'un karşısına...

Alper ALMALI