28 Ağustos 2009 Cuma

Mütevazi ve hüzünlü...

Pink Floyd dinlendikçe,
müziği unutulmadan bazı bünyelerde yaşadıkça,
birileri hep o Pink Floyd dinlerken ortaya çıkan ruh haline bürünüp,
dünyaya farklı gözlerle bakarak,
bazı şeyleri daha iyi anlayacak sanırım..
Mütevazi ve hüzünlü...

Eski fotoğraflar...

17.9.08
Eski fotoğraflarıma bakamıyorum...
Fotoğraf albümü yapmak istiyorum kendime...
Şöyle yağmurlu bir gün olsa…Hafiften üşüsem...
Sıcak bir çay demlesem...
Üzerimde geceliğim,ayağımda kalın çoraplar...
Geniş bir koltukta eski fotoğraflarıma baksam...
Film seyreder gibi… Öyle güzel resimlerim var ki aslında...
Ama ben o küçük kızın kocaman siyah gözleriyle karşılaşmaktan korkuyorum...
Sanki bütün dünyayı gören bir çift kocaman göz...Masum...
Elim varmıyor,alıp o fotoğraflara bakmaya...
Orda her şey çok güzel,çok taze...
Hayat yormamış henüz...pişmanlıklar değil,umutlar var...
Hangi okulu kazanacağı belli değil daha...
Ne olacağı...Yaşayacakları yok...
Gökyüzüne bakıyor bazen o fotoğraflar...Yıldızlara...
Acaba şimdi nerde? diye...
Kimbilir nerede,şu an ne yapıyor?Ne zaman karşıma çıkacak?
Acaba o da bakıyor mu şimdi benim gibi yıldızlara?...
Hayalleri var mı onunda?
Gönül kırıklıkları yok...Birini sevmeler...
Sonra sevdiğini sanmalar...Sonra bir daha...
Bir daha...Bir daha...Sevmeler...Sevdiğini sanmalar...Sevmeler...
Sevdiğini sanmalar...anlamalar...
Duman almaya başlamamış ciğerler daha...
Ciğerler taze...Gülüşler taze...Arkadaşlar taze...
Onların da hayalleri var...
Bilmiyorlar daha başlarına gelecekleri...
Hiçbiri evlenmemiş ,boşanmamış,dağılmamış...
Öyle oturmuş bir masaya neşeli bir sohbetin içindeyken ve kadehler havada,
biri birine muzipçe kulak yapmış o fotoğraflarda...
Anne güzel,baba yakışıklı,ablanın gür saçları...
Henüz tedavi yok,teşhis yok,ameliyatlar yok... ayrılıklar,isyanlar,savrulmalar yok...
İşkenceler başlamamış henüz...Anneanne ve dede hayatta...
Küçük kız,anneannesinin evinin merdivenlerinde,
dedesinin yaptığı tahtadan tığ'la birşeyler örüyor güya...
Ve henüz hiç kimse ölmemiş...
Orada, o eski fotoğraflarda O’nu baş tacı yapan ilkokul öğretmeniyle karşılaşmak istemiyor kocaman gözlü kız mesela...
Ne diyecek öğretmenine "siz beni çok önemserdiniz ama ben kayboldum" mu?...
Henüz düşler iğdiş değil eski fotoğraflarda...
Hiç dokunmadan bıraksam onları
öylece o kocaman kara gözlü küçük kızın kollarında...diyorum...
"Ben küçükken kocaman bir gözdüm/ Ve sanki herşeyi görürdüm..."
Eski fotoğraflarıma bakamıyorum...

Yazan: Elif Deran

26 Ağustos 2009 Çarşamba

dalga boyu...

ve ışık yavaşça süzülüyor tekrar odanın kapısından..
sofra hazırladım ona üşüyüpte gitmesin diye..
içki bile koydum yanına oturur anlatır diye..
korkuyordu oda çok üşüdüm dedi
-şaşırdım!!- buyur dedim
bana mı söylüyorsunuz dedim..
evet dedi üşüyorum dedi tekrar..
senle beraber (d)üzülebilirim ancak dedim
elimden benimde bir halt gelmez dedim
nasıl gelmiyor dedi
şu an ayaktaysam hala kapıdan girebiliyosam
bil ki bu sen ve senin gibilerinin varlıklarındandır dedi?
güldüm ve kızdım ona bunca zamandır neredeydin dedim?
yanılsama dedi
neyse dedim gene ve içmeye başladım
ışıkla tehlikeli oluyor ama içiyorum
ışıkla devamlı bu aralar konuşuyoruz
bana arkadaşlarından bahsediyor
eskiden ne kadar hızlı olduğundan
hatta bi ara zamanı bile aştığındanbahsediyo..
inanmassın, geçen ağladı karşımda
eskiden dedi
hiç bi teori yazamazlardı üzerimde
her yazılanı her ispatlananı tersine çıkarırıdım
gözlerine başka bir şekilde görünürdüm dedi.
onlarında buna silah yapacaklarını hiç düşünememiştim,
karanlığa boğup insanları benide tükettiler dedi
ben bile (d)üşüyorum dedi..
ben hala bencilce (D)üzülüyorum dedim..
ne yapayım dedi peki sana dedi
güldüm çok geç dedim..
önümdeki haydariden sıkı bir kaşık alıp rakıyı dipledim..
boşver be....
ben sensizliğe de alıştım, alıştırdılar dedim..
abi dedi şimdi beni sen gerçekten (d)üzdün dedi..
ve gitti..
anladım ışık bana haramdı artık
geride tek kalan şey avucumdaki yıldızdı
ısrarla saklayıp özenle koruduğum o kanayan kanatan üşüyen yıldız.....

Alper ALMALI

25 Ağustos 2009 Salı

Yaşar Kemal, Tilda ve bütün "sıra arkadaşları" için...

"Biz namuslu yaşadık Tilda. İyi insanlar olduk." Bu, en uzun cümlesidir Türkçe'nin. Yaşar Kemal'in ölen eşi Tilda'nın mezarı başında söylediği. En uzun romandan daha uzun, en ağırından daha taş. * * * İnsan, hayatın o kadar da kısa olmadığını anladığı zaman büyüyor galiba. Yaşayan için bitmeyecek bir şeydir çünkü hayat; ancak, ölmekte olan için kısa. Düştüğün yerde kalınmaz çünkü, vurulduğun yerde bitilmez. Uzar, genleşir hatta delinip derinleşir zaman. Birikirsin. İnsan en çok bunu anladığında yalnızdır. Birikeceğini, hayatın ölüme kadar bitmeyeceğini anladığı an. Aslında gerçekten tam o anda birini arar insan. İnsanlığın ucuz cehenneminde bir başına olmamak için. Olup bitenler hakkında hiç değilse konuşmak için. Bir şey görünce dönüp "gördün mü?" demek için. O yüzden işte... "Tilda benim arkadaşımdı. Dostumdu. Kardeşim, kardeşten de öte bir şeyimdi. Edebiyat konuşurduk, siyaset, felsefe. Biz 50 yılı böyle geçirdik. Konuşarak." O yüzden işte, önceki gece "Bir Yudum İnsan" programında Nebil Özgentürk'e böyle söylüyordu Yaşar Kemal. İnsanlığın ucuz cehenneminde bir arkadaşın gerektiğini anlatıyordu. Aşık olduğu kadını kaybetmiş gibi değil de, beraber yaramazlık yapıp, konuşup, beraber "durduğu", her şeyini bildiği, her şeyini bilen arkadaşını kaybetmiş bir çocuk gibiydi. Kocaman karınlı, kocaman sesli ama küstükçe ufalanan bir çocuk gibi. Zira, "evlilik" uygarlığın uydurduğu bir meseleydi ve esas olan hayat içinde yaşamak dediğimiz bütün o şeyler olup biterken, senin gördüğünü gören biriyle "sıra arkadaşı" olmaktı. Yoksa 50 yıl ne konuşur insan "karısıyla", "kocasıyla"? "Belediye başkanının verdiği yetkiyle" bir memur sizin beraber yatıp, üremenize izin verdi diye... Ama "sıra arkadaşı"... Sıra arkadaşı insanın, önünde durmaz, arkasında da. Yanında durur. Böyle, yan yana durur işte. Siz yan yana dururken başınızdan olaylar geçer. Hayat denen sıkıcı dersi bir aralık kollarsın hep "gördü mü?" demek için. * * * Çünkü mesela hep eteği sarkar iktidarın. "Gördün mü" deyip, iki kişilik gülersin. Mesela sıra dayağına çeker sizi hayat. "Acıdı mı?" dersin. Acıyan yerlerini gösterirsin birbirine. Geçince ya da geçti sanınca, "gördün mü?" dersin. "Bak geçti". Yokluklarda, yoksunluklarda yoklama yapacağı tutar hayatın. "Eksik" yazılmasın diye o, atarsın kendini ortaya. Yalanlar, masallar, hikayeler; oyalarsın zamanı. Ne yapar yapar "eksik" dedirtmezsin sıra arkadaşın için. Sonra bir aralık bulup yine: "Gördün mü?" dersin, "iki kişi olunca nasıl idare ediyoruz birbirimizi". Herkeslerden gizli, hınzır şeyler yaparsın birlikte. "Düşersin" diye çıkarmadıkları yükseklere çıkıp, "boğulursun" diye göndermedikleri dehlizlere dalarsın birlikte. Maceraların arasından parmaklarınız uçuşur güzel ve tuhaf şeyleri işaret etmek için: "Gördün mü?" dersin, "Görecek daha çok şey buluyoruz iki kişiyken". Gün gelir, bir rüya görünce bile "gördün mü?" dersin. Çünkü iki kişilik yıllanmış uykularda akıllar bile ılıyıp karışır birbirine. Bazen başkalarına gönlü kayabilir bile insanın, başka "sıralara". Hayat uzun ya! Ama o başkalarına "gördün mü?" diyemeyeceğini anladığın anda... Sıraya dönüp yine: "Gördün mü?" dersin, "Her şey bizim iki kişilik evrenimiz içinde olup bitiyor aslında. Olup bitiyor! İçinde!" Ama sıra arkadaşı gidince... "Hayat sürüyor" diyorsun ha? Hadi ya?!

Ece TEMELKURAN